25 Ağustos 2011 Perşembe

Bir FB taraftarından:

"bugün uefa'ya ülkesini şikayet edenler, kurtuluş savaşı'nda göndere fransız bayrağı çekenlerdi.. hiç bir şey değişmedi.."

Aydınlar "Bugünü tarihe not düşün. Galatasaray Türkiye'yi UEFA'ya ihbar etmiştir" derse cemaat ortalık yere pisler tabi.  

FB Cumhuriyeti kandırmacasından da bu zihniyetin yol açtığı "biz tek siz hepiniz" ötekileştirmesinden de hakikaten sıkıldım. Futbolu yönetenler ortaya koydukları duruşun, popülist söylemlerinin kitleler üzerinde ne kadar etkili olduklarının farkında değiller maalesef, hele ki cehaletin kol gezdiği şu ülkede. 

Kendine düşman yaratmaya meyilli hastalıklı düşüncelerin olduğu yerde futbol sevgisinden bahsedilemez. Ne ezeli rekabetmiş arkadaş ya, şu yorumu ve benzerlerini okuyan iç savaş var zanneder! Adam kendi derdine yanacağına, nelerle uğraşıyor. 


www.tips-fb.com

23 Ağustos 2011 Salı

Polat döneminde beni en çok üzen şey kulübün idari açılardan kimliğini kaybetmesi idi. Yaşanan gelenek erozyonu sahadaki sonuçlardan daha fazla soğutmuştu beni kulüpten. Defalarca kendi kendime "benim sevdiğim Galatasaray bu değil" deyişim bundandır. 

Her toplulukta olabileceği gibi buraya da kalıbının adamı olmayanlar gelmiştir. Ne mutludur ki, camianın refleksleri bu insanların mevcudiyetini uzun ömürlü kılmamıştır. Galatasaray'ı yönetenlerin kalitesi, kulübün iç ve dış gelişmelere verdiği reaksiyonun hep medeni ölçülerde oluşu onu diğerlerinden ayıran en belirgin özelliklerdir. Kökü eğitime dayanan bir camiadan beklenen de budur.

Nihayet saygın bir kurum olduğunu hatırladı Galatasaray. Kulübün yeni dönemde kendi ortalamalarına döndüğünü görmek mutluluk veriyor ve ben sarıyla kırmızının mevcut imajını beğeniyorum. Olaylar karşısında gerçekçi, soğukkanlı, sağduyulu, bilge bir duruş sergileyen bu yönetim ve iletişim şekli umarım bugünkü kalitesini korur. 

Az konuşup çok şey anlatmak zordur. Bilimsellik, hukukun evrensel  ilkelerine bağlılık bu kulüpte görmeyi sevdiğim şeyler. Sahada kaybetsek de övündüğümüz asil ve aydın duruş bunlarla başlar.

Biz bir söyleyelim, diğerleri takip etsin. 

Velhasılıkelam, "marka değeri"nin ne olduğundan bihaber, yıpranmış malı cilâlayıp yeniden vitrine koymaya kalkan şark kurnazlarına böyle cevap verilir. Şimdi patlatın boğazınızı ekranlarda işbilmezler!




www.tips-fb.com

22 Ağustos 2011 Pazartesi


Pek alışkın değiliz tepkimizi toplu bir şekilde göstermeye ama mevcut durum tam da bunu gerektiriyor. Galatasaray SK'nin şike soruşturmasıyla ilgili açıklamalarını defalarca okudum, yersiz bir ifadeye rastlamadım. Her satırında Türk sporu adına endişelerin dile getirildiği, sağduyunun hakim olduğu metinler. Resmi makamlar bundan daha medeni bir şekilde uyarılamaz. Açıklamaları başka türlü anlamak için gerçekten art niyetli olmak gerekir. Hele ki, kulüp bazında kazandıkları, milli takım bazında kazandırdıkları ile Türk futboluna herkesten fazla katkı sağlamış asırlık çınarı jurnalcilikle suçlayan zihniyet hakikaten hastalıklıdır.

Kararlar gerçekten yayıncı kuruluş eksenli alınıyorsa Galatasaray taraftarının (ve hatta diğerlerinin) yapması gereken çok basit. Madem "düşürürsek hepsi Lig tv aboneliklerini iptal eder" kaygısıyla/baskısıyla alındı bu kararlar, nontvspor oluşumuna noligtv eklenir olur biter. Tuttuğu takım ne olursa olsun derdi "temiz oyun" olan hiçbir "futbolsever"in buna kayıtsız kalmaması gerekir. Bakalım değneğin hangi ucu ağır çekiyor?

İlgili bloglar için bkz:

http://www.bindokuzyuzbes.com/temiz-futbol-icin-5-dakika.asp
http://scoutgs.com/
http://www.alisamiyensokak.com/dunyanin-sporu/futbolun-vicdani-kirlenmemeli/


www.tips-fb.com

17 Mayıs 2011 Salı


Henüz resmi olarak kayıtlara geçmeden, Fatih Terim'in adı yepyeni bir tartışma ve ayrışma gündemini de beraberinde getirdi. Benim bu tartışmada hangi tarafta olduğum kısmına gelmeden evvel, öncelikle bu ayrışımın sebeplerini deşmekte fayda var.

Galatasaray'ın 10 yıl içinde kademeli olarak çöküşünü izledik. Ve bu çöküşlerde sıklıkla sarhoş olup eski sevgililerine histerik dönüşler,manevralar sergiledi bu kulüp. Herseferinde de daha sert sonlarla, daha gerilimli ayrılıklarla bitip başa dönüldü. Tüm bunların, artı bu dönem içine sıkışan Rijkaard gibi büyük bir adımın üzerine yeterince yazıp çizdik.. Tekrar tekrar deşmek hem bana,hem de okuyuca eziyet olur. Lakin bugün, vardığımız noktada tazeliğini koruyan bir Terim gerçeği var. Bu gerçeği sorgularken de, evvela kendimizden; sadece galatasaray değil, tüm ülke gerçeğinden başlamak, bana göre en hayırlısı. Çünkü vizyon, tüm ülkenin; medyadan, sokaktan ve tribünden direkt entegre olduğu bir konu için, tek başına bir şirketin, kulübün altından kalkabileceği birşey değil.

Terim'i getirmenin "vizyonsuzluk" olduğunu düşünen bir kitle var, ki buna katılıyorum. Galatasaray'ın önünde seçebileceği tonla hoca vardı. Yeni bir başlangıç, yeni bir soluk kazanma adına ..Üstelik Terim'le bu 10 yıl içinde bir kere denenmiş, bir hayıra vesile de olmadığı gibi; kulübün düşme hızında payı olmuş. Fakat esas soru şu ki; Eğer Van Gaal gelmiş olsaydı, bu bir vizyonun, hedefin varlığını mı kanıtlayacaktı bizlere? İşte tam bu noktada,büyük ölçüde hemfikir olduğum insanlardan ayrılıyorum ben. Benim cevabım "Hayır" çünkü.

Bu ülkede futbol adına vizyon ve hedef diye bahsettiğimiz kavramlar, olaylar bir sonuca bağlandıktan,yani olup bittikten sonra belirlenir. Bunun öncesinde alınan tüm kararlar farazi kararlardır. Evet, Adnan Polat galatasaray adına çok talihsiz bir başkan olabilir; fakat "Rijkaard'ı getirip Barcelona gibi olmak istedik" ya da "Bizi 4-3-3 yaktı" gibi tabirler; aslında bu ülkenin futbol kültürünün ortalamasından soyut laflar değil. Ve malesef ki, hedefiniz ne olursa olsun, ülkedeki bu zihniyetin size izin verdiği kadar yol alma şansınız var.

Jol mü geldi? 2 senelik bir plan mı hazırladınız? Eğer ilk sene işler skor performansı açısından olumlu gitmezse, bu ülkenin zihniyeti ensenize alien gibi yapışır. Buna karşı bir duruş, bir irade gösterseniz bile; takımınızı ve sizi o kadar yıpratır ki,  siz o hedefi elinizden bırakana kadar kambur dolaşırsınız. Sonra bir silkinme, yeni hoca, yeni hedefler, ve alien bir süreliğine sizi terk eder.  Bu kısıtlı süre, yöneticinin bol oksijen içinde alabileceği kararlara olanak tanır ve her defasında hedeflerin vadesi daha da küçülür, küçülür, sizi de peşinden sürükler.. Ta ki bir tesadüfe kadar.

Fatih Terim gelene kadar,  (ki hala resmi değil) gelmesini istemeyen taraftaydım. Şu anda da geldiği için mutlu mesut bir insan değilim. Üstelik Fatih Terim'in futbol dışı yönleri de zaten bu kamplaşmayı iyice perçinliyor. Tonla yanlışı, eksiği, gereksiz fazlalıkları olan bir adam Terim. Fakat şunun da farkına varıyoruz ki, bu ülkede bir Cruyff'un varolmasına zaten ihtimal yok. Bu zemin üzerinde, Cruyff gibi, Rijkaard gibi hocaların başarı adresi de, Terim'in, Aykut'un ya da Daum'un geçtiği yoldan geçiyor: "Kazanmak". Öyle veya böyle kazanmak. Kazanırken bir ritm yakalamak, bu ritmin üzerine alışkanlıklar eklemek ve o bozuk zemin üzerinde "elle tutulur bir takım" yaratmak. Sonuncu olabileceği bir grupta son 5 dakikada maç kazanmak, uefaya kalmak, ve kupayı eve getirmek..  Öyleyse, ülkenin her kulübünün,gelen her hocadan Terim yaratmaya çalışmasıyla, Terim'i getirmek arasında ne fark var ki?
www.tips-fb.com

25 Mart 2011 Cuma


Bugün Osman Tanburacı'nın bir yazısı var. Galatasaray'ın son dönemde yozlaşmaya yüz tutmuş değerleri üzerine. Kimimizin "Fenerbahçeleşmek" olarak adlandırdığı bu değişime çokça değinildi ama benim kafam hâlâ karışık. 

Köklü bir tarihi ve öğretisi olan lisenin akılcılık, bilimsellik, sağduyulu olma gibi temel düsturlarının yanında "kol kırılır yen içinde kalır" şeklinde ifade edilen kendini dış mihraklardan koruma refleksini üstüste koyuyorum, yine de bugünün Galatasaray'ı nasıl olmalı ya da nasıl olmamalı sorularını cevaplayamıyorum.

Son yıllarda değişen taraftar profilini bir tarafa bırakırsak medya ve hakemlerin örgütlü/bilinçli çabalarının kulübe bu denli etkin bir şekilde zarar veriyor olması geçmişle bugün arasındaki en temel farklardan biri. Öyle ki, futbolcular, teknik kadrolar, hatta bazen yöneticiler birileri istedi diye gidiyor neredeyse. Elbette birileri karar verecek ama Lucescu'nun zamanında çok tepki çekmesine neden olan atasözündeki gibi köpekler istedi diye değil. Oysa ki uzunca bir zamandır işler böyle yürümüyor bu kulüpte. Galatasaray'ın yeni bir Fatih Terim'i olmamalıydı, Rijkaard gitti. Mazallah Galatasaray'ın yeni bir Hagi'si de olmamalıydı, Felipe, Lincoln, Elano, Misimoviç gitti. Galatasaray üst düzey yetenekleri olan futbolcuları getiriyor, sonra bu oyunculara olmadık kulplar takılıyor: Koşmuyor, rakibiyle dalga geçiyor, diğer oyuncuların on katı para alıp takım içi dengeleri bozuyor, sakız çiğniyor. Bu oyuncular gönderiliyor, Galatasaray'ın orta sahasında kalite eksiği var deniyor. Üstüne üstlük adamların gittikleri liglerdeki performansları an be an izlenip raporlanıyor! Döngüye bakın, kendi kendini besleyen, ne kadar gel-git olursa o kadar malzeme yaratan bir düzen. Kusura bakmayın ama bu düzende ebem spor yazarı, dedem yılın manşetçisi olur. 

Daha fazla uzatmadan sadede geleyim. Diyeceğim o ki Galatasaray'ın başarısız olmasını isteyen birileri hep vardı, her takım için vardır. Mesele bu güçlerin tahribat potansiyelinin ne kadar yüksek olduğu ile ilgili. Son on yıldır bazıları için sinek vızıltısı olarak kalan (ve kalması gereken) sesler bizim için giderek amaç ve hedef şaşırtan, bizi daha kısavadeci davranmaya iten bir güç haline geldi. Dışarıya karşı çok korumasız artık Galatasaray. 

Bu ancak yönetim zaafiyeti ile açıklanabilir. Adnan Polat'ın serzenişini anlıyorum, kendi açısından haklı olduğu noktalar var, ama sadece kendi açısından. Yönetimin bu işe girişirkenki belirsizlik ortamında üstlendiği ekonomik misyon ve bunu yerine getirmedeki başarıları takdiri elbette hakediyor, fakat ben bu kadar skandalı birarada hiçbir dönemde görmedim. Kafam da burada karışıyor işte.

Arda Turan'ın kaptanlık mevzusunun yönetilemeyişi.. Metin Oktay'ın formasını verdik diyip çocuğu meze yaptılar elalemin masasına, sonra yok ceketiymiş, yok sevgilisiymiş, yok bilerek oynamıyormuş, en nihayetinde çok çok iyi bir Galatasaraylıya düşman oldu kendi taraftarı, Beşiktaş deplasmanındaki duruşu, Hamburg maçından sonraki gözyaşları unutuldu gitti. Cemal Nalga olayı.. Otoritenin hissedildiği bir kulüpte böyle birşeye cesaret edilebilir mi? TT Arena açılışı.. "Bu yıl hocamızın son şansı" demeye cüret eden oyuncular.. Hakaret boyutunda istediği başlığı çekinmeden atabilen spor gazeteleri.. "Aslan terbiyecisi" yazmıştı fotomaç zamanında, en son da fotospor "bizde başlık kalmadı siz atın" diye yazdı. Sportmenliğin, centilmenliğin içine sıçıldı bu ülkede, Galatasaray kaybetti mi manşetlerin sonunda bir gülen surat eksik oluyor artık. Hakemlerin oyuncularımıza çocuk azarlarcasına takındıkları tavır sinir bozucu.. Spor yorumcusu müsvettelerinin hedef göstermeleriyle kartların Baros'a, Ayhan'a başka, bilmem kime bambaşka çıkması.. 

Bu örnekler, 1) kulüp içinde olan bitene hakim olma 2) kulübün haklarını koruma hususlarında bir eksiklik olduğunu göstermez mi? Bunlar bir yönetimin en temel görevleri değil midir? Değilse ne bokuma seçiliyor bu adamlar?

Kafam karışıyor demiştim ya.. Şimdi Helvacı ve arkadaşları haklı mıdır? Yoksa Galatasaray etiğinden, kültüründen nasiplerini almamış adamlar mıdır? Mali kurulun seçim gününe dönüşmesi normal midir değil midir? Galatasaray gelenekleri neye izin verir, neye vermez? Biri bana anlatıversin mevzuyu..

--------------------------------------------------------------------------------------
www.tips-fb.com

19 Mart 2011 Cumartesi



Galatasaray, zaten sıkıntılı geçirdiği sezonu dün motivasyon anlamında da bitirdi ve kaybetti Fenerbahçe'ye. Futbolda herşey var, fenerbahçe'ye de tebrikler tabi ki.. Ve lakin, konuşulması gereken çok şey var bu maçla ilgili.Yazmasam, gerginlik bana zarardı.


Ne kadar öncesinden hazırlanmaya başladılar bilmiyorum; 1 hafta, 10 gün, 15 gün. Ama şu bir gerçek ki, Galatasaraylı futbolcular gerçekten beklenildiği gibi çok iyi motive olmuştu maça, bunu başlama düdüğüyle gelen ilk uğultuyla beraber hissediyordunuz. Yalnız bu seferki motivasyonun önemli bir farkı şuydu ki, mevcut telaş ve istek, oyun üretme anlamında da sıkıntıya sebep olmuyordu. Galatasaray geride ayağa ve garanti oynayarak başladı, top kendisindeyken mümkün olduğu kadar sakin kalmaya ve topu kademe kademe, ekseriyetle de güvendiği futbolcuların ayağıyla katedeceği mesafelerle öne taşımaya gayret gösterdi. Nitekim golü de bu kişisel zorlamalarda yaratılan bir çoğunlukla erken buldu. O zamana kadar olan sürece baktığımızda sürpriz olmadı bu.

Golden sonra üstündeki baskının bir kısmını atabildi galatasaraylı oyuncular, daha özgüvenli gelmeye başladılar. Fakat müzmin hastalığı tetiklemeye başladı. Haftalardır öne geçtiği maçlarda bir türlü farkı ikiye çıkaramayan bünyesi, bu kez fırsatlar ayağına tepsiyle gelmesine rağmen cevap veremedi. Kazım ve Culio ile devreyi 3-0 kapatabilecek bir takım, o meşhur "tek fark" a razı olmak zorunda kaldı. Buna mukabil, fenerbahçeli oyuncular, mevcut psikolojik gerilimi birşekilde avantajlarına çevirip oyunda kalma adına profesyonelce işlere başvurdular, ki özellikle Niang bu zaman diliminde, oyun olarak olmasa da, psikolojik olarak galatasaray savunmasını oldukça tahrip etti. Gökhan Zan'a sarı kartı da aldırdı ve cepteki kozlardan duran top silahını devreye sokmaya çalıştı. Hani yukarda 3-0 dan bahsederken, eğer Alex'in baraj üstü plasesi 50 cm aşağı gitse, devre 1-1 de kapanabilirdi.

İkinci yarı, çözülmelerin ne yönde olacağını gerçekten merak ediyorduk. Aykut, Semih hamlesiyle baklavaya döndü, Hagi ise 10 dakika kadar bekledi. Bu bekleyişin ardından, bana göre teorideki en doğru şeyi yaptı ve takımın delice efor sarfeden 2 kenar oyuncusu Kazım ve Stancu'nun yerine, galatasarayın mevcut en kaliteli iki futbolcusunu taze güç olarak oyuna sokup, son darbeyi vurmak istedi. Çünkü takım iyi efor sarfetse de, "iş bitirici" adam eksikliği çekiyordu. Bu değişikliklerden sonra, fenerbahçenin golüne kadar geçen süre, maçın son düdüğünün ardından yapılan yorumlar, hepsi şaka gibi.

Arda beklenilenin de üstünde bir giriş yaptı maça; girdiği dakikadan itibaren, 10-15 dakikalık bir süre içinde galatasaraya farkı arttıracak tüm pozisyonları da hazırladı. Ayak altından kaçan toplar, ofsayt golleri, faul diye geçersiz kabul edilen golümüz (ki bana göre Aydınus'un maçtaki en sivri kazığıdır bu) öyle veya böyle, o top bir türlü girmedi içeri. Buna karşılık galatasaray hiçbirşekilde pozisyon da vermedi kalesinde..Gökhan Zan ve Servet ikilisi, önlerindeki Cana ile beraber kusursuza yakın oynadılar.Derken dakikalar ilerledi.Enteresandır, ilk defa o korkunç sıkıntı yoktu içimizde. Yekta-Culio-Arda-Baros ikili üçlü sıkıştırmalar yapıyor, önde basıyorlar, rakibi çıkarmıyorlar.. 2. topları alıyoruz, rakibin pas trafiğini kesiyoruz. Ne olabilirdi bu maçta? Nasıl birşey olabilirdi ki şu maç tepe taklak dönsün?..

Neill'in sağı solu boş, bir tehlike yok. Topu oyuna sokup atak başlatacak ve belki de beklediğimiz 2. golü bu atakla bulacağız. Fakat Lucas çarpma-rekleks arası bir müdaheleyle topa elini götürüyor. Akabinde duran topta Hakan Balta'nın Semih'i kaçırması ve golü kalemizde görüyoruz. Peşinden atak organizasyonu bile sayılmayacak bir pozisyonda Gökhan Gönül'ün "erken orta" tabir ettiğimiz orta-şişirme karışımı kesmesinde 1.73 lük Alex'in penaltı noktası üzerinden köşeye bıraktığı kafa golü. Ve maç bitiyor.

Şimdi;  "Gaassaray oynar gibi gözüktü ama Fenerbahçe çok akıllı ve soğukkanlıydı aslında" diyen adama ben soruyorum:  Galatasarayın girdiği ve atamadığı bütün pozisyonları da geçtim hadi, "soğukkanlı" değiller ya, ondan atamadılar. E peki Baros'un tertemiz golü mundar edilmeseydi, ne yapacaktın sen o soğukkanlılığı? "Hagi'nin değişiklikleri maçı mahvetti" diyen adama yapacak bir yorumum yok tabi. Burdan sinkaf etmeye süpersonik terbiyem müsade etmez.

Velhasıl, fenerbahçe bir maçı daha kazanırken, galatasaray da kaybetti. Fenerbahçe genel anlamda galatasaraydan daha iyi, çok daha derli toplu, çok daha kaliteli bir takım olabilir; ki şampiyonluğa oynuyorlar zaten,durum ortada. Ve elbette her maçı iyi oynayarak kazanmak zorunda da değil. Tıpkı dün akşamki gibi, kötü oynarken de eline geçen az fırsattan skor çıkarmasını biliyor, bu da onların başarısını gösterir şüphesiz.

Fakat bu demek değil ki galatasaray dün akşamki maçı haketmedi. Bırakın yenilmeyi, beraberlik bile yazıkken galatasaraya, kaybetti. Oturup bunun konuşulması gereken yerde, eldeki futbolcuların yetersizliğini kime ahkam kesiyorsun? Yetersizse yetersiz, kötüyse kötü; haketti mi haketmedi mi, hak nedir, sen bana onu bi deyiver hele?..
www.tips-fb.com

18 Şubat 2011 Cuma


5 ay önceye git. Dünya kupasına. La Masia çıkışlı, Barcelona orjinli İspanya,  turnuvada tiki taka dominantlığını sağlarken,  eski yıllara göre hata payını neredeyse sıfıra indiren, paylaşımcı ve üçgenli futboluyla rakiplerini bir bir alt ediyor ve kupaya uzanıyor. Bu kupanın ve İspanya'nın analizi fazlasıyla yapıldı.

Fakat gözardı edilen en önemli şey, o turnuvada Şili-İspanya eşleşmesinde, Şili'nin maçın ilk 20 dakikasındaki (hatta ikinci yarının ilk 20si de dahil) İspanya'ya turnuvanın en beklenmedik ortamını hazırlamasıydı. Bielsa kimsenin yapmadığını yaptı, skoru lehine çeviremedi, ve lakin..

Gidelim 6 ay önceki Barcelona-Inter eşleşmesine. Mourinho, tecrübeli ve kalifiye savunma oyuncularıyla derin bir defans hattı kurguladı ve Barça'nın pas trafiğine çok da karışmayıp final aksiyonlarını kitledi. Bu, dönem için çok tartıştığımız, Barcelona futbolunu durdurmanın tatsız yollarından biriydi ve başarılı da oldu. Keza aynısını Hiddink de başarmıştı ta 2 sezon önce, son dakika yenen Iniesta golü olmasa, "başarı" başka adresten yazılacaktı.

Wenger'in çarşamba akşamı yaptığı şey, son yılların en sükseli galibiyeti olarak futbol sayfalarına yazılmalı. Bugün pek çok listede son 10 yılın en iyi teknik direktörü olarak gösterilen Arsene Wenger; neden kupa başarısı konusunda sınıfta kalmasına rağmen Mourinho gibi başarı arsızı bir hocanın üstünde gösteriliyor bu listede, işte sebep de tam bu yüzden: Çünkü futbol, başarıya ve başarısızlığa giderken takip edilen yolların bizi fazlasıyla ilgilendirdiği bir oyun.

Barcelona, hem geçen yıla oranla çok daha güçlü ve zaaflarını gidermiş bir takım,  hem de yine geçen sene Emirates'te, Arsenal'e küçümsenmeyecek bir hezimet yaşatmış. Hani maç öncesi fotoğrafa baktığımızda, olasılıklar Arsenal adına çok da parlak değil. Üstelik eldeki kadro yapısıyla, isteseniz de Mourinho stili bir yarı alan savunması yapamayacağınız aşikar.

Barça'nın pas trafiğindeki anahtar sözcük "çoğalmak" .Neredeyse Valdes'in bile dahil olduğu, her bölgede rakibinden daha fazla adam bulundurup 5e 2 idmanına çeviriyorlar maçı. O kadar net ve temiz bir oyun içi sirkülasyonları var ki, siz herşeyi önceden bildiğiniz halde engelleyemiyorsunuz. Zira set hücumunda bu kadar çok savunma arasına oynayabilen bir takım yoktur dünya üzerinde. Bağıra bağıra araya oynuyorlar, çünkü aynı anda 3-4 alternatif yarattıkları için takip etme şansı yok oluyor rakibin.

Tek zaafları, çıkış noktasında baskı yediklerinde sersemliyorlar, ki böyle riskli bir baskı karşısında reaksiyon gösterebilirlerse de, bu zaaf onlar adına avantaja dönüşüyor ve siz ne olduğunu bile anlamadan Barcelona maçı 3 lemiş oluyor. Mükemmel bir takım. Yense de yenilse de, bu açık.

Bielsa, genç ve tecrübesiz kadrosuyla ve deli 3-1-3-3 formasyonuyla Pique ve Busquets'e zulmetti ilk 20 dakika İspanya maçında. O kadar agresiflerdi ki, bu süre sonunda %50-50 eşitliğe kadar yaklaştılar top hakimiyetinde. Çok net fırsatlar yakaladılar ve atamadılar. Ardından İspanya toparlandı, bir büyük kaleci hatasını affetmedi ve skoru lehine çevirdi, maçı kopardı.

Arsenal için de işler aynı seyirde gidiyordu aslında. Çok baskılı başlayan, özellikle Song'u +1 olarak kullanıp rakip defansa musallat eden bir oyun anlayışıyla, ilk dakikalarda yüksek bir tempo yarattılar, fırsatları kaçırdılar ve sazı eline alan Barça,  Villa ile öne geçti. O arada işi de bitirebilirdi.. Çok net pozisyonları harcadılar, özellikle Messi'yle. Fakat bu dakikadan sonra,başta  Wilshere ve Koscielny olmak üzere standartlarının da üstüne çıkan bir  Arsenal, ve daha da agresifleşen bir yüksek-çizgi savunması izledik. Arsenal "gerekirse uğrunda 4 yerim ama ben sana bu golü atacam arkadaş" dedi ve oyunu resmen Barcelona sahasına yıktı.Koscielny, Clichy gibi oyuncuların, bu kadar önde kurulan bir defans hattındaki eforları inanılmazdı. Hem topu çok daha iyi geri kazandılar, hem de kazandıkları topları kısa pasla öne taşıdılar. Maçın büyük bölümünde Abidal-Pique arasına sıkışan Van Persie, Arshavin ve Bendtner'in oyuna girmesiyle oyun sahasını birkaç metreye geriye çekti ve markajdan kurtulduğu ilk set hücumunda muazzam bir gol attı.

Velhasıl, Arsene Wenger, çok güzel bir takıma, çok güzel bir reaksiyon gösterdi ve "su akar yolunu bulur" minvalinde bir galibiyet kazandı. Kazanamayadabilirdi, bu çok açık. Fakat elindeki genç ve tecrübesiz kadroyla, sırf o 2. yarı oynadığı oyun üzerinden bile ayakta alkışı hakeder üstad.

Ben hiçbirzaman bir Mourinho düşmanı olmadım. Üstelik rol model olma konusunda genç futbol neslinin önünde önemli bir değer olduğunu düşünüyorum. Ve lakin, Wenger, Bielsa gibi hocaların varlığı, içinde bulunduğumuz zamanın "başarı" algısının çok ötesinde. Bu yüzden oyum Arsene'edir, sırf oyunun selameti için; pofuduk montuna bayılmıyorum yoksa..
www.tips-fb.com

14 Şubat 2011 Pazartesi

Saha üzerindeki tartışılmayacak ilahlığını analizlemeye kalksak; bunu ne çok köklü bir altyapıdan, ne de kağıt üzerinde güzellemeler yapabileceğimiz bir ekolden alır Ronaldo. Kaderini paylaşıp dünyaya dağılan binlerce vatandaşı gibi, Rio de Janerio'nun Bento Riberia'sında fakir bir çocuk olarak doğdu.Doğduğu andan itibaren de o'na çoktan verilmişti hediyesi. Teamüldendir, Ronaldo'nun hayatında futbolculuk, belirli bir yaşa gelene kadar çok keskin bir çizgi oldu. Kendini kurtardı kurtardı, yok; kurtaramadı, geleceği kocaman bir soru işareti.

Kurtardı tabi, kısmen. Fakat ödediği bedelleri , onca sene kendine yaşadığı yabancılaşmayı düşünürsek, "tatlı hayat" ı dengelendi bir bakıma. Aslında buraya kadar çok klasik bir trajedi; birçok yıldız futbolcunun paylaştığı bir kader. Müthiş bir dönem, ardından şöhret, para, kadınlar, büyük bir sakatlık ve hızla düşen bir kariyer..

Fakat Ronaldo'nun hikayesini beklenenden daha acıklı hale getiren şey, müthiş yeteneğinin onun kariyerini bitirmeye bir türlü izin vermiyor oluşuydu belki. Öyle ya; bir insanın, bırakın futbol oynamayı, öyle iki  korkunç sakatlık sonrası doğru dürüst yürümesi bile tuhafken, Ronaldo hayatında ikinci büyük sıçramayı yapıp ülkesine dünya kupası kazandırdı.  Ardından La Liga'da yine coşup gol krallıkları yaşadı.

Halbuki şöyle olmalıydı; kahramanımız orta sınıf avrupa takımlarında kariyerini yarım yamalak sürdürür; arada belki amerika'ya uğrar. Ve bu talihsizlik de acı bir anı olarak kalır futbol tutkunlarının kalbinde. "Aah ah, falanca adam ne topçuydu da, o sakatlık bitirdi" deriz..

Ama Ronaldo oynadı, sahanın raconunu kesmeye devam etti. Hem de acı çeke çeke, maddi,manevi. Disiplinsiz dendikçe sıraladı golleri, şişko dendikçe önündeki defansların sağından atıp solundan geçmeye devam etti. Hala da atıyordu. Futbol Ronaldo'yu hiçbirzaman bırakmadı aslında. Sadece tosun artık dayanamadı. "Harç bitti yapı paydos" dedi ve gitti.

Benim hayatımda izlediğim en duru yetenektir Ronaldo. Hani aktörlere söylenen bir laf vardır "büyük oynama" diye. Ronaldo'nun bilekleri de emprovize bir akıcılıkla hareket ederken, büyük oynamayı çoktan salon futbolunda bırakmıştı. Ve şu iddiamda ısrarlıyım ki, reenkarne bir kedidir. O göbekle bitmek tükenmek bilmeyen o çeviklik, başka türlü açıklanamaz zira.. Büyüksün fenomen.

www.tips-fb.com

3 Şubat 2011 Perşembe


Eldeki kadro, hep bahsettiğimiz "kimya" adına sıkıntılı. Bazen teker teker kalbur üstü oyunculara da sahip olsanız; bu oyuncuların birlikte uyum içinde oynama şansı yoktur, uyuşmuyorlardır. Kaldı ki, tek tek baktığımızda dahi bu bizi nereye götürür, götürse bile bu adamların kaçı sağlamdır, tüm bunlar galatasaray için sıkıntı. Artık Mustafa-Ayhan-Barış açılımları yapmak istemiyorum bu satırlarda, bu bizi bir yere de götürmüyor zira. Öyle veya böyle var bu adamlar.

 Galatasaray'ın omurgasını bu şartlarda sağlamlaştıran çok önemli pamuk iplikleri var: Neill-Cana-Baros üçlüsünden en az ikisi sahada olduğunda işler galatasaray adına daha da kolaylaşıyor, hedef belirlemek de mümkün hale geliyor. Bu üç adamın önemli ve kritik ortak özellikleri var. En önemli ortak özellikleri ise futbol adına, hele de bugün çok ölümcül birşey: Hamle..

  Hamle, reaksiyon, ya da etkiye tepki; adını her ne koyarsanız koyun; size sadece saniyeleri kazandıran bu detay, o saniyelerle beraber maç kazanmanınıza da yardımcı oluyor. Şöyle ki; "Neill ile Servet'in, Cana ile Ayhan'ın ya da Sarp'ın, ya da Baros ile Kazım'ın ne farkı var yahu?"
Sorusuna verilebilecek onlarca cevaptan belki de en elle tutulur, somut olanı da bu hamle meselesidir.

Baros müthiş bir son vuruş ustası mıdır? Hayır. Fakat tüm diğer zihinsel özelliklerinin yanında, ona bir saniye erken vuruş yaptıracak bir hamle yeteneği vardır. Bundan da ötesi, bu yetenek ona "ikinci hamle" şansını getirir.. Örneğin topa vurur, yere düşer. top kaleciden seker, Baros yerdeyken ayağını ikinci kere uzatır.. vs vs.  Sahaya boyuna bir hayali hat çekip kilit oyuncuları buna göre nitelediğinizde bahsetmeye çalıştığım şey kafanızda daha net şekillenecektir. Hemen karşı örneğini verelim;  Cana rakip oyuncuya kayarak müdahele yapar, adam topu kurtarır, Cana kalkıp ikinci hamleyi de yapar; ve o bir saniyelik hareket, farkında olmadan maçın bütün akışını değiştirir. Neill ile Cana'yı değerlendirirken bakmamız gereken en önemli ayrıntı, top rakipteyken aldıkları pozisyonlardan ziyade, başlamadan kestikleri sayısız ataktır. Savunmada ya da savunmanın önünde de oynasalar; örneğin bu akşamki maçta elinize kağıt kalem alıp ,"kaç serseri topu rakipten önce araya girip kestiklerini"  saymakta fayda var. İlk hamleyi mutlaka rakibin o bölgedeki pivotuna yaparlar.

  Galatasaraydaki temel sorunlardan biri, futbolun herşeyden önce bir spor olduğunu, ve bir sporun da öncül olarak atletlerle yapılması gerektiğini unutmuş olması. Aydın'ın ya da Emre Çolak'ın, belki de yarı yeteneklerindeki Sabri kadar ofansif katkı yapamıyor olmasındaki tek sebep, Sabri'nin çalışkanlığı değil; sadece bu çalışkanlıktan mütevellit olmayan ve sabri'nin doğuştan gelen doğal atletliğidir. Sabri de çok koşar, S. Kurtuluş da çok koşar. Ama Sabri çok iyi zıplar, çok daha esnektir, çabuktur, hamle gücüne sahiptir, balansı yüksektir. Bu güç onda patlama etkisi yaratır ve sabaha kadar dalga geçseniz de onu maç içinde sorumlu olduğu boydan boya çizgide defalarca aynı korunan enerji ve tempoyla öne taşır. Hep söylüyoruz; mesele çok koşmak değildir. Eğer siz 60. dakikadan sonra beyniniz ve ayağınız arasındaki bağlantıyı kopartacak bir efor sarfediyorsanız,gücünüz bu kadarsa, isterseniz 180 dakika aralıksız koşun, yine de saha içinde bir halta yaramaz bu. Atletlik, bu koşuyu yaparken konsantrasyonunuzu maksimum seviyede tutmak için önemlidir. "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" lafı haybeye edilmiş bir laf değil.

Atlet olma meselesine en güzel karşılaştırmalardan biri de Hasan-Arda ikilisidir. Bize Arda'yı sevdiren en büyük özelliği, hep doğru tercihler yapmasıydı. Bugün bunu birşekilde yapamıyor olması, bize Hasan Şaş'ın kötü dönemlerini bile özletiyor. Çünkü Hasan yanlış tercihler de yapsa, berbat da oynasa, temposu ve fizik gücü onu hep oyunun içinde tutuyordu. Fakat Arda'nın böyle bir şansı yok.

İş bu halde; en başta belirttiğimiz kimya zaten mevcut değil. Eldeki oyuncularla sahaya dengeli yayılan ve gücünü ekonomik kullanmaya meylettireceğiniz bir takım yaratmak mümkün değil. Elinizdeki tek silah, temposunu yüksek seviyede tutacak oyuncularınızla rakibinizin saniyelerini çalıp topu öne itebilmek. Şu takımla galatasaraydan samba rüzgarları estirmesini beklemek hayalden başka birşey değil. Neill stopere geçecek. Cana öne, orta sahaya  gelecek. Bu iki oyuncu sayesinde tandem mümkün olduğu kadar öne itilecek.. Anlık patlamalarla, Culio ve Yekta'nın yeteneğine ve insafına bağlı çabuk oluşturulan hücum varyasyonlarıyla da ani goller bulunacak.

Hagi'nin elinde  topu eveleyip gevelemesine ve yayılmasına kolaylık sağlayacak bir Hakan Şükür de yok artık. (Tabi bunun için alınan Stancu şu an kapalı bir kutu) Galatasarayın adam akıllı set hücumları yapabilmesi için zamana ve pek çok başka şeye ihtiyacı var.

Şu an ihtiyacı "olmayan" şey ne diye soruluyorsa, Emre Çolak derim. Zaman kaybından başka birşey değil çünkü, halı saha yaparsak çağırırım. O da başka bi yazıya olsun..
www.tips-fb.com

24 Ocak 2011 Pazartesi

Ben 11 yaşındaydım. Sıradan bir vatandaş olarak, 18 senedir evimin önünde herhangi bir mayına basmadığım, arabamda bomba patlamadığı ve bakkala giderken kafama sıkılmadığı için; yüce 'devlet'ime teşekkür ederim.
.
www.tips-fb.com
 

Copyright 2010 Kalender Libero.

Theme by WordpressCenter.com.
Blogger Template by Beta Templates.